Nazım'ın Laneti
- Beril Odabaşı
- 1 Tem 2024
- 3 dakikada okunur
Ve elbette yollarımız yine ayrılacak bir gün.
Sonra aramıza şehirler girecek,
Hiç karşılaşmayacağız.
Tesadüfler bile bir araya getiremeyecek.
Sonra da belki birimiz öleceğiz, diğerimiz hiç bilmeyecek.
-Nazım Hikmet
O gün de her gün gibi başlamıştı. Keyifsizdi.
Giyindi, takvimine baktı. Günlerin sırasını sık sık unuturdu, o gün de takvime baktıktan sonra dün olarak hatırladığı “çarşamba’’nın aslında perşembe olduğunu anladı. Bir yaşlı gibi asıl unutması gerekenler dışında her şeyi unutuyordu. Gençliğinin baharını yaşamayı unutmuş, geç kalmıştı; erken davranmıştı yaşlanmakta. Emin değildi yaşından ama sanki dilinin ucuna otuzlu yaşlar geliyordu, gayet genç yaşlar. Çocukluğunu her gün yad ederdi, o zamanlar herkes ona bir gün çok büyük işler başaracağını, göklerde süzüleceğini, çok mutlu olacağını söylerdi. Hala göklerde geçireceği günleri bekliyordu. Bazen yıllar kadar uzun bazense annesiyle geçirdiği son gün kadar kısa gelirdi günler. Yıllar önce siyaha boyadığı için yıpranmış doğal sarı saçları hafif dalgalı ve nemli, omuzlarına kadar geliyordu. Boyu olması gerekenden uzundu, cılız olduğundan alımlı değil aksine tedirgin ve rahatsız edici göründüğünü düşünüyordu. Kendisini küçük evlerin ve insanların olduğu kasabaya ait hissetmiyordu, oysa orada doğmuş ve büyümüştü. Muhtemelen ölümü de yakında ve orada olacaktı. Aynaya her sabah olduğu gibi uzun uzun baktı. Görünüşünden hoşnut değildi ama her fırsatta yüzünü incelerdi. Kendisini tanımak, kendi içini görmek ister gibi bakardı aynaya. Gözü saçlarında takılı kaldı.
Glenford’da boyatmıştı saçlarını ilk kez. O gün uzun zamandır tek değildi, etrafında sayılı kişi olsa da yalnız hissetmediği bir andı. Etraftaki sesleri, renkleri, hatta çoğu kişiyi dahi hatırlayamasa da saçlarını boyayan parmakların hissini hatırlıyordu. İlk kez piyano çalan birinin çekingenliği kadar nazik bir histi kafa derisinde hissettiği. Sevmeyi bile unutsa, yine hatırlayacağı tek histi, onu ilk gördüğünde çıkan kıvılcım şimdi kor bir ateşe dönmüştü
O gün sonun başlangıcıydı. Bir daha asla ait hissetmeyeceğini, tekrar yaşamı buluncaya kadar kavrulacağını bilmiyordu; bilseydi bile nehri ters yöne akıtmaya çalışmazdı.
Bir hafta. Bir haftaya sığdırmışlardı cenneti. Tanrı’nın ona en büyük lütfu, aynı zamanda da en büyük cezasıydı o bir hafta. Nazik eller her eline değdiğinde, her göz göze gelmelerinde, birlikte her güldüklerinde sevmiş, bir odun daha atmıştı sonunu getirecek ateşe. Gitmek zorunda olduğu her aklına gelince korkmuştu birbirlerini unuturlar diye. Sekizinci günün sabahında otobüse binip giderken kalbi porselen tabağa dönüşüp düşerek paramparça olduğunda kaybetmişti. Kırık parçaları elinin kesilmesinden korkmadan toplayabilecek tek kişi otobüsün tekerlerinin her bir turuyla bir adım daha uzağında kaldığında ise belki de yaşamında ilk kez gerçek yalnızlığı tanımıştı. Bir haftada sevmeyi, korkmayı, kaybetmeyi ve yalnızlığı öğrenmişi.
168 saate hayatında söyleyebileceği bütün sözleri, hissedebileceği bütün duyguları, bütün sevinç çığlıklarını sığdırmıştı. 7 gün hayatında sevebileceği tek kişiyle gezmiş, sarılmış ve saflığın sarmaşığıyla sarmalanmıştı. Şimdiyse kiminle ne yapıyor, nerede yaşıyor, hangi tesadüflere kurban gitti; bilmek imkansızdı.
Aynanın karşısından çekildi. Dün giydiği pas ve toz kokan kıyafetlerini sandalyenin üstüne astı. Yeni bir iş bulup en azından hayatta kalabilmek için giyinip dışarıya çıktı. Nerelere gidebileceğini düşünüyordu. En sonunda gördüğü her yerden iş istemeye karar verdi, hevesi yoktu çalışmaya. Ilk gördüğü yere girmesiyle çıkması bir oldu. Büyük bir restorandı fakat tavan kendi boyuna göre fazla alçaktı. Mümkün değil orada kafasını her adımında vurmadan çalışamazdı. Otlar ve yer yer biçimsiz çiçeklerle kaplı arazide yürümeye devam etti, başka bir yer bulmak için hastanenin arkasındaki avludan yürüyecekti ki kapalı olduğunu gördü. Hastanenin yanından yürümek durumunda kalmıştı. Memnuniyetsizce soluk verdi. Hastanenin önünden geçip gitmek üzereyken gözüne tanıdık bir kolye takıldı. Bulutlu bir gün olmasına rağmen kolyenin ipinde sanki bir ışık vardı. Aniden döndü ve yıllardır hasret kaldığı yüzü gördü. Eskisine kıyasla solgun hatta neredeyse sarıydı. Uykusuz kalıp yaptığı kolye, tanıdık boyundan aşağı sarkıyordu. Donakaldı, gördüklerinin yalnızlığına bir çare bulmak için beyninin ürettiği bir oyun olmadığından emin olmaya çalışıyordu. Sararmış kağıt rengine dönmüş ten hariç aynı görünen beden, bir sedyenin üstünde hastaneye taşınıyordu. Birden yağmur bulutları etrafı sardı, sele işaret bir yağış başladı. Sedyeden ona bakıyordu, ya da ona öyle geldi. Elleri buz, yüreği ateşti. Seslendi, ya da ona öyle geldi. Gözlerine bir bakış değmedi. Tek duymak istediği ses yanlış telafuz edilen adıydı, tek duyduğu bir korna sesi oldu. Yanına baktı. Seyde ortadan kayboldu. Sırtı ıslanmıştı. Elini saçına attı ve siyah boyanın eline bulaştığını hissetti. Yerden yukarıdaydı ama göklerde süzülmüyordu. Altında onu taşıyan bir sedye vardı, hastanenin kapısından giriyordu. Tesadüfleri düşündü, yol ayrımlarını ve kavşakları… Sadyedeki bedeni düşündü, neden hastanedeydi? Keyifsizdi. Neredeydi, o neredeydi? Aralarında şehirler mi vardı yoksa yatakhaneler mi, bilecekler miydi?

Yorumlar