top of page

Yutulmuş Yuva Anahtarı

  • Cemre S.
  • 1 Ara 2020
  • 3 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 11 Ara 2020

Gecenin sessiz çığlıkları, kafamdaki yakıcı döngüye adeta körük atıyordu. Ateşi yükselten ve döngüyü kalabalıklaştıran bu körükler, utançtan atmayı durduran kalbimi çalıştırıyor, yeri geldiğinde hala hayattasın der gibi omzumu dürtüyordu. Tüm korkularım, hayallerim, umutlarım da ateşle kül olmuş, etrafa saçılıyorlardı. Aklım almıyordu. Bir yabancı nasıl beni dünyanın en mutlu adamı yapabilirdi? Bir yabancı nasıl yuvam olabilirdi? Bir yabancı nasıl benim gibi boş, yılmış bir kuklayı, hayatın doymak bilinmeyen güzelliğinin farkında bir hippiye çevirebilirdi? Peki, bir yabancının gidişi nasıl ateşten yakıcı olabilirdi? Bir yabancı nasıl ruhunuzda sonsuza kadar asılı kalacak bir gözyaşına dönüşebilirdi? Zaman zaman bir cama dönüşüp, nasıl içinizdeki narı kesebilirdi? Üstünüzde karbeyaz bir kefen olmasına rağmen, buna razı gelmeye nasıl ikna edebilirdi?


Onu, bir sonbahar günü, tükenmekte olan umudumun son sokağında, hayatım boyunca arayışında olduğum nur demeti olarak gördüm. Elindeki gitarı sanki hayatı ona bağlıymışçasına çalan ve yoldan geçen hiçbir insana aldırmayan bu melek, gözleriyle beni kutsadığı anda aramızda özel bağın farkına varmıştım. Sanki milyon yıl önce tek bir ruh, tek bir bedenken bizi, sevgimizi, kıskanan tanrı tarafından ayrılmış ama yüreğimde eksikliğini hep taşımışım gibi bir bağ. O ana kadar sonsuz sandığım sevgim, karşımdaki melek tarafından sonuna ulaştırılmıştı. Bundan şikayetçi değildim, zira aynı sevgim gibi ben de her şeyimle onun olmak istemiştim.


Yuva, ne garip bir konsepttir. Sokakta gördüğünüz bir yabancı, “yuva” tanımını bir saniyede değiştirebilir. Hele yuvanızı bırakıp içinde eşyalarınızı barındıran bir beton yığınına gitmeniz gerekir ya, çaresizliğinizin kölesi olduğunuzu hissedebilirsiniz. Tek ilacınız, yuvanıza geri dönmektir. İşte bu yüzden, hapsolduğum o beton yığınından çıkıp, her gün yuvama gider oldum. Onun yanına, gözlerine gider oldum. Konuşmazdık, iletişim kurmak için kelimelere ihtiyacımız olmazdı çünkü. Onunlayken, kelimeler kifayetsiz kalırdı. Peki, kelimelerin bir anlam ifade etmediğini öğrenen bir yazar ne yapar? Her şeyden çok güvendiği kelimelerin, bir yalandan fazlası olmadığını öğrenen bir yazar? Vurur, kırar, reddeder, kendini alkole emanet eder, hayatının bir anlam ifade ettiğini düşünmez belki? Hayır. Bunların hiçbirini yapamadım. Çünkü içimde hayatın asıl anlamını bulmanın neşesi vardı.


Hayatın anlamı buydu. Tüm sıkıntılarınızın, dertlerinizin sizi hapseden o gözlerle uçup gitmesiydi. Evinizden çok uzakta yuvanızı bulmaktı. Her şeyinizden, o büyülü varlıkla birlikte olabilmek için vazgeçebilecek cesarete sahip olmaktı. Bir haftanızın onun gülüşünün bir saniyesiyle ısınması, aydınlanmasıydı. Bir çift gözde yaşamı görmekti. Hayatın anlamı aşktı.


Ama aşkım gitti. Bana kendimi sevmemi söyleyip gitti. Onu yöneten iplerden kaçarken gezgin olup çıkan bu ceylan, tabii ki gidecekti. Bir ceylandı o, ormanın içinde ürkek ve zarif bir şekilde gezinirdi, hala geziniyor. Öyle bir ceylan ki, bütün bu acılarıma rağmen zamanda geri gidebilseydim yine o sokaktan geçip yine büyüleyici gözlerinde hapsolurdum. Çünkü bu ceylan, her dibe düşüşümde, bana gülümsemesiyle uzanıp, beni cennetin en yüksek katlarına taşıyor.

Onu tekrar görebileceğime dair ümidim beni yakıyor, ateşler içine atıyor. Ümit içimdeki yangının sebebiyken, nasıl kendimi hemen şuracıkta vurmamı engelleyebiliyor? Sebebini biliyorum, çünkü o içimdeki ateşi kızdırıp, hayatta olduğumu hatırlatmak için omzumu dürten körük, benim ümidim.


Cevaplara ihtiyacım var. Çünkü sana çok kızgınım. Nasıl bir haber, sana çıkan bir yol bırakmadan öyle çekip gidersin? Tüm dertlerimi uzak diyarlara gönderip, nasıl bana mutluluğu tattırırsın? Nasıl bana şu dünyadaki en gerçek, en özel duyguları gösterip daha sonra benden hepsini alırsın? Nasıl gidersin? Nasıl elveda demeyip beni nasıl umut çarmıhına asarsın? Hiç düşünmedin mi, eksik bir insan nasıl kendini sevebilir?


Ama en çok kendime kızgınım. Daha sıkı sarılmalıydım sana. Belki o zaman beni bırakamazdın. Özür dilerim, tenin tenime değince bir bütün olmayı sürdüremedim. Bak işte, parçalarım hala bu sokakta, dağınık! İnan bana, elimden gelseydi tüm gücümle sarılırdım sana. Bırakmazdım seni. Yapamadım. Ama içinde bulunduğum bugün, tüm keşkelerin son kullanım tarihine çok uzakta.


Bugün, bu sokakta, bana sarılmanla etrafa dağılan parçalarımı toplamaya çalışıyorum. Hava soğuk, ama önemli değil. Senin gülümsemen, buzulların ortasında kalan bir kuşu bile ısıtır. Neden böyle yaptın bilmiyorum. Gidecektin elbet ama hoşçakal demeden mi? Gerçi hoşçakal demene gerek yoktu, gözlerinin derinliğinde saklıydı kırık bir veda ve ayrılığın parçaları.


Seni unutmaktan korkuyorum, senin beni unutmandan korkuyorum. Zaten çarmıha gerilmiş bedenimi bu tahta parçasına daha sıkı bağlarmışçasına düşünmek bana vebal ama seni unutmak istemiyorum. Çünkü seninle birlikte hayatı, yuvayı, gerçeği de unuturum. Seninle birlikte kim ve ne olduğumu unuturum. Oysa sana olan tüm bu sevgim, müslümanlar ülkesinde şaraba dönüşmeyi bekleyen üzüm bağları gibi öylece duruyor, harap oluyor.


Mutlak inancımla önüme çıkan her kapıyı sanki arkasında bu “nasıl”ların cevabı varmışçasına çalıyorum. Önüme çıkan her kapının arkasından çıkacağın umuduyla hayatımı sürdürüyorum. Umudum henüz tükenmedi ancak artık anladım ki, senin anahtarını yuttuğun bu kapı, sonsuza kadar kilitli.


Cemre S.


Yorumlar


Mail listemize katılın

Mail listemize katıldığınız için teşekkür ederiz!

bottom of page